Bu buluşuyla sevinen değirmenci, değirmen taşlarını ihtiyaca göre biraz kaldırmayı ya da indirmeyi, bir çarktaki dönüş hareketini diğerine aktaran kayışları duruma göre sıkmayı ya da gevşetmeyi vb. terk ederek, değirmenin içindeki bütün hareketlerin ilk kaynağı olan suyu incelemeye başlar. Kendi haline bırakılan değirmen ise bakımsızlıktan yavaş yavaş paslanmaya ve bozulmaya yüz tutar.Yakınında bulunanlar değirmenciye yaptığı yanlışı hatırlatırlar. Değirmenci ise bunları reddederek, en önemli gördüğü ve bütün değirmenin ondan ibaret olduğuna kanaat getirdiği suyu daha bir hararet ve dikkatle incelemeye koyulur. Başkalarının kesin itirazlarına karşı değirmencinin verdiği cevap şudur: "Akan bir su olmazsa değirmen hareket etmez. Değirmeni bilmek için suyun nasıl getirileceğini ve bu suyun ne kadar hareket gücü doğuracağını bilmek gerekir. Sonuç olarak, değirmeni bilmek için suyu bilmek lazımdır."
Mantıktan ayrılmayan değirmenci, iddiasında ısrarlıdır. Onu hatalı davrandığına ikna etmek için," bir şeyi muhakeme ederken, muhakemenin kendisi kadar muhakeme edilen konunun da önem taşıdığının ve muhakemenin meyvedar olması için muhakemenin önce hangi hususta yapılması gerektiğinin" kendisine anlatılması lazımdır.
Akla yatkın muhakeme ile akla yatkın olmayan bir muhakeme arasındaki fark şudur: akla uygun yapılan muhakemelerde, muhakeme konuları taşıdıkları öneme göre sıralanır ve düzene kavuşturulur. Akla uygun olmayan muhakemelerde ise bu sıralama ve düzen yoktur. Bu sıra ve düzenleme de keyfi ve rastgele bir şey değildir ve özüyle ilgisi olmayan bir muhakeme, son derece mantıklı bile olsa doğru sayılamaz.
Değirmencinin amacı "öğütme" işleminin geliştirilmesiydi. Eğer bu amacı gözden kaçırmadan takip ederse, ulaşacağı sonuç şu olacaktır:"Değirmenin çeşitli parçalarının sıraya konulması ve düzene kavuşturulması." Değirmencinin muhakemesi asıl amaca uygun düşmezse, son derece mantıki olsa bile , yine de gerçeğe uygun sayılamaz. Böyle bir muhakeme, Kifi Mevkiyeviç'in "Eğer filler de kuşlar gibi yumurtadan çıksalardı, fil yumurtasının kabuğu ne kadar kalın olurdu!" biçimindeki muhakemesine benzer.
Benim fikrimce, modern bilimin hayat hakkındaki görüşleri tıpkı buna benziyor.
Hayat, insan tarafından yönlendirilen bir değirmendir. Değirmence ilişkin her türlü işlemin asli maksadı, "öğütme"nin ıslahıdır. Hayata ilişkin her bir teşebbüste de asli maksat " hayatın geliştirilmesi " olmalıdır. Ve bu asli maksadı zarara düşmeden bir saniye bile göz önünden uzak tutmak mümkün değildir.
Hayata ilişkin muhakemeler ve görüşlerde bu maksat göz önüne alınmazsa, esas muhakeme de yerini kaybeder. Muhakememiz, tıpkı,"Fil yumurtasının kabuğunu delmek için harcanacak barutun kuvveti ve miktarı ne kadar olmalıdır?" şeklindeki muhakemeye benzer.
Hayatı inceleme ve derinden araştırmanın amacı, onun ıslahıdır.İlim ve irfan alanında insanlığa önder olan büyükler de hayata bu açıdan bakmışlardır. Ancak, daha önce olduğu gibi , zamanımızda da bu esas amacı terk ederek " Hayatın kaynağı nedir? Değirmen neden dönüyor?" konusuyla meşgul olanların sayısı çoktur. Bunların bir kısmı değirmenin su ile döndüğüne ısrar ediyor; diğer bir kısmı ise değirmendeki bu hareketin onun mekanizmasından ileri geldiğini iddia ediyor. Sonuçta, asıl konu giderek değişiyor ve başka şeyler konuşulur hale geliyor. Bir Yahudi ile bir Hristiyan arasında geçen maceraya dair meşhur bir hikaye vardır: Hristiyan'ın biri bir Yahudi ile münakaşa ederken, karşısındakinin saçma sapan sözlerine cevap olarak Yahudi'nin kel kafasına "şak!" diye bir tokat yerleştirir ve sonra sorar: "Sesin çıkmasına neden olan şey, senin kafan mıdır, yoksa benim elim midir ?"
Zamanımızda, din konusu da böyle çözülmemiş bir sorun kisvesine büründü."Hayat,maddi olmayan bir esir mi, yoksa maddenin özel bir biçimdeki titreşiminden mi kaynaklanıyor?" sorusu, eski çağlardan beri tartışılıp duruyor.
Bu tartışmaların sona ermemesinin nedeni, muhakemede asıl maksadın göz önünde bulundurulmamasıdır. Hatta, "hayat" kelimesi işitilince, bundan herkesçe bilinen hayat anlaşılmayıp, hemen "hayatın kaynağı ve kaynaklanma şekli nedir ?" soruları hatıra gelmektedir.
Sadece bilimsel kitaplarda değil, özel sohbetlerde bile herkes hayatın arzularından, kederlerinden, nefretlerinden, sevinçlerinden vs. bahsetmeyip, hayatın tesadüfün yön verdiği "tabii kanunlar"la nasıl oluştuğunu tartışıyor. Zamanımızda "hayat" kelimesi idrak, ilim, kudret, sevinç, eğilim gibi hayatın en önemli niteliklerinden hiçbirisini taşımayan şeylere dayandırılıyor.
"Hayat öyle bir hareketler bütünüdür ki, ona karşı direnmek, hayatın zıddı olan ölümü doğurur. Hayat öyle bir olaylar bütünüdür ki, bu olayların birbirini izlemesi ve devamı," organik varlıklardaki zaman sınırlıdır" fikrini doğurur. Hayat, umumi ve daimi lan çözülme ve birleşmelerin tek nedeni olan çok yönlü bir alettir. Hayat, derece derece tamamlanan çeşitli cinste dönüşümlerin bir araya gelmesidir. Hayat, hareketteki organikliktir. Hayat, organizmanın kendine özgü faaliyetidir. Hayat, dıştaki ilişkilerin içteki ilişkilerle uyum halinde olması demektir."
Hayatı tanımlamak için söylenen bu sözler incelenirse, görülecektir ki hepsinin ifade ettiği anlam bir diğerinin aynısıdır. Ve bu sözlerle tanımlanan şey ise, herkesin bildiği ve kastettiği hayat olmayıp, belki hayatı ve diğer olayları doğuran çeşitli etken ve etkilerdir. Hayatı açıklama amacı taşıyan sözlerin en önemlisi,"moleküller"dir.Çürüme ve mayalanma gibi olaylar, bunun başlıcalarından sayılmaktadır. Bedenimizi teşkil eden milyonlarca hücrenin hayatı da bu gibi kimyevi olayların etkisi altında meydana gelir ; ancak bu hücreler, canlıların başlıca duyusunu teşkil eden iyilik ve kötülük duyusundan tamamen mahrumdur. İşte modern bilim, böylece, moleküllerin, protoplazmanın, bitkilerin ve benim bedenimdeki hücrelerin bir takım özel duyularına --bende "idrak ve hayrı amaçlamak" duyularıyla birbirinden ayırdedilemeyecek bir şekilde birleşmiştir--"hayat" adını vermektedir. Hayatın teşekkülündeki bazı şartlar ile hayatın bizzat kendisi üzerine düşünme arasındaki fark, değirmen ile suya dair düşünmenin arasındaki farkın aynısıdır. Modern bilimlerin hayatın teşekkül şekline ilişkin görüşleri, belki bazı konularda insanlara yararlı olabilir. Fakat, bu gibi şeylerle bizzat hayatı açıklamaya kalkışmak doğru olmadığı gibi, bunlara dayanarak hayata dair verilecek hükümlerde hiçbir doğruluk taşımaz.
"Hayat" kelimesi gayet kısa ve gayet açık ir kelime olup, ifade ettiği şey herkesçe bilinmektedir. Dolayısıyla, bu kelimeyi herkesin kullandığı anlamda kullanmalıyız Bu kelimenin böyle açık ve net olması, diğer kelimeler ile açık ve net bir şekilde tanımlanabilmesinden değil, belki diğer farkların kendisinden kaynaklandığı bir farka esas teşkil etmesindendir. İşte bundan dolayıdır ki , hayat farkından başka bir takım farkları çıkarabilmemiz için hayat kelimesinin herkesin kabul ettiği merkezi anlamını dikkate almalıyız.
Eğer hayat kelimesinin herkesçe bilinen merkezi anlamı kabul edilmeyip, bilimsel tartışmaların sonucunda uygun görülen anlamı kabul edilirse, konu giderek esastan uzaklaşır. Ve nihayet hakiki anlamını kaybederek hakikate büsbütün aykırı bir şekil alır.
Modern bilim,"hücrede,protoplazma veya daha küçük bir inorganik maddede hayat var mıdır ?" meselesiyle uğraşıyor. Ancak, biz bundan önce "hücreye hayat sıfatını vermek bizim için mümkün müdür?" sorusunu çözmeliyiz. Hücrede özel bir takım haller görerek onun canlı olduğunu kabul ediyoruz. Oysa, merkezi anlamıyla kabul edilen hayat itibariyle, insan ile hücrede görülen hayat büsbütün ayrı iki şeydir ki bunları birbiriyle bağdaştırmak kesinlikle mümkün değildir.
Bütün bedenimizin tamamen hücrelerden oluştuğu keşfediliyor ve şöyle deniyor :Senin bedeninin bir parçası olan bu hücreler, senin nitelendiğin sıfatlar ile nitelenmiştir ve tıpkı senin gibi canlıdır.Oysa, benim kendimi mevcut bir hayat olarak hissetmem kendi kendimi bilmemden kaynaklanıyor ki, bu bilme içinde " kendimi bir takım hücrelerin birleşiminden oluşan barçalanmaz bir şahsiyet şekinde bilmek "de bulunmaktadır.
İnsan bedeninin bir takım hücrelerden oluştuğu söyleniyor;peki o halde bu hayat sıfatı kime isnat ediliyor?Kendimize mi, yoksa hücrelere mi ?
Hücrelerin hayat sahibi oldukları kabul edilirse, merkezi anlamıyla kabul edilen hayat kelimesinin ifade ettiği şeyin en önemli kısmı, yani hayat sahibinin en zaruri duyusu olan "kendisini idrak", dışlanmış olur. Oysa, bunun tersini, yani hayat sahibi bir şeyin kendi kendisini idrak etmesi hakikatını, delillendirmeye ihtiyaç duymadan akli bir nazar ile biliyoruz. Eğer kendimizi bir takım hayat sahibi zerrelerden oluşan ve şahsiyeti çeşitli parçalara ayrılan bir mevcut olarak kabul ediyorsak, bizim bedenimizi teşkil eden ve "idrak"leri hakkında bilgi sahibi olmadığımız bu hücrelere hayat isnat etmek bizim yetkimiz dışındadır.
Ya organizmamızı teşkil eden kısımların hayattan mahrum olup hayatın bizim parçalanmaz şahsiyetimizde bulunduğu kabul edilmeli ya da bizdeki hayat fikrinin sırf bir "vehim" den ibaret olduğu.
Dikkat edilsin ki , hücrelerde gözlemlenen bir takım hallere "maddenin titreşimi" denmiyor da, doğrudan doğruya "hayat" adı veriliyor.
Hayat kelimesinin bize ifade ettiği anlam, herkesçe aynı şekilde kavranan ve herkesin kendi içinde doğan bir anlamdır ki , bu da herkesin kendini kendi cesediyle ayrışması mümkün olmayacak bir şekilde birleşmiş ve şahsiyetini parçalanması imkansız olarak bilmesidir. Eğer hücrelerin hayat sahibi oldukları kabul edilirse, hayat sahibi olmaları itibariyle onların da aynı değerlendirmede bulunmaları gerekir ki, bunun da aklen kesinlikle söz konusu olmayacağı apaçıktır.
İnsan araştırmasını hangi sahada yürütürse yürütsün, incelemesinin sonucunu umuma sunmak için, kendi buluşu olan kelimeleri değil, umumca belirli bir anlam taşıdığını kabul ettiği kelimeleri kullanmaya mecbur olup kelimelerin umumun kabul ettiği asli anlamlarından zerre kadar dışarı çıkmaması gerekir.
Eğer hayat kelimesi aynı zamanda hem bütüne ait bir sıfatı, hem de o bütünün çeşitli kısımlarının bir sıfatını ifade eden bir terim olarak kabul edilirse," Her fikir, bir takım sözlerden, her söz bir takım kelimelerden, her kelime bir takım harflerden, harflerde çizgilerden oluşur. Dolayısıyla, çizgi demek fikir demektir." şeklindeki demogajinin doğruluğundan şüphe duymamamız gerekir.
Bilim alanındaki en büyük faaliyet, mekanik kuvvetlerin etkisi sonucunda, hayatın nasıl oluştuğu konularında göze çarpar. Ve bilim sahasındakilerin büyük çoğunluğu, bu fikri , daha doğrusu bu falcı karı masallarını kabul etmektedir.
Hayatın mekanik kuvvetlerin etkisi altında oluştuğu kabul ediliyor. Halbuki, " mekanik kuvvet" terimi bilim tarafından "hayat" kelimesinin tersini ve zıddını ifade etmek için kullanılır.
"Hayat" kelimesi gerçek anlamıyla kullanılmadığında, meselelerin merkezden giderek uzaklaşıp hakikate tümüyle aykırı bir şekil olacağı kesindir; böyle bir hali kabul etmek, tıpkı çevresinin dışında kalan bir küre veya dairenin varlığını kabul etmeye benzer.
Bence bugün bilimin bütün yaptığı,"kötülükten iyiliğe doğru sürekli bir devinim" demek olan hayata öyle bir konum vermektedir ki, benim için böyle bir konumda herhangi bir iyilik ya da kötülük görmek kesinlikle mümkün değildir. Merkezi anlamı bırakılarak bilimsel anlamıyla kabul edilen hayata dair bilimsel açıklama içinde bildiğimiz kavramlara ya da hiç olmazsa bunlarla bir bütün olarak ilgili diğer kavramlara rastlanmayıp, bilimlere ait birtakım teknik terimlere rastlanır. Ki, bu gibi terimlerin de bizce apaçık olan asıl kavramlarla hiçbir ilgisi yoktur
İşte bu şekilde, esastan büsbütün sapan "hayat" kelimesinden çıkarılan ikincil hükümlerin de aynı şekilde esastan uzak kalması normaldir.
Bilim dünyasında
araştırma alanı genişledikçe beşeri dil de giderek sıkışmaktadır. Nesneleri ve
fikirleri anlatmak için “lafz” yerine bilimsel “Volapükler (genel dil) “ ikame
ediliyor. Bilimsel “Volapük” ile bilinen “Volapük” arasındaki fark şudur:
hakiki “Volapük” nesne ve fikirleri umumun bildiği kelimelerle ifade eder.
Bilimsel “Volapük” ise bilinmeyen fikirleri bilinmeyen kelimelerle tasavvur
ediyor.
Düşünce ve görüşleri anlatmak için insanların yegane aracı
sözdür. Söz ile düşünce ve görüşleri anlaşılır kılmak için, kullanılan sözlerin
genel tarafından belirli anlamlar ile kabul edilmesi gerekir. Eğer rastgele
lafız kabul edilip bununla meram anlatmaya çalışılırsa, artık söz yerine bir
takım işaretleri kabul etmek daha yerinde olur.
İnceleme-araştırma ve
tecrübe olmaksızın yalnız akli kıyas ile hakikate ulaşmanın mümkün olmadığına
ben de eminim. Böyle bir yol insanı hataya götürür. Ancak, kainatın bütün
sırlarını tecrübe ile çözmeye çalışmak ve bu tecrübelerde apaçık ve esasa
ilişkin şeyleri terkederek sınırlı ve uydurma şeylere dayanmak ve incelemek
sonucunu da birden fazla anlam ifade edebilen muğlak kelimelerle ifadeye
kalkışmak daha da hatalı bir yol değil midir ? Bir eczahanede ecza şişelerinin
üzerindeki etiketler o şişenin içindekilerini dile getirmeyip gelişigüzel
yapıştırılmış olursa eczacı ne kadar hünerli olursa olsun, çok büyük hatalara
yol açmak kaçınılmazdır.
Eğer birisi çıkıp da,”
Bilimin araştırma alanı hayatın tecrübe edilebilen kısımlarını içine alır.
Ruhun –irade ve iyiliğe meyil gibi—kendisine özgü hallerini izah etmek bilimin
söz sahibi olduğu alanın dışındadır” derse, bu itiraf son derece yerinde,
adaletli ve insaflı olurdu. Halbuki, hepimizin bildiği gibi, fiiliyatta bunun
tersi sözkonusudur. Eğer modern bilim, hayatı merkezi anlamıyla kabul edip
hayatın kendi konularıyla uygunluk arzeden diğer hallerini de bu dairede araştırma
ve açıklamaya çalışsaydı, şüphesiz mordern bilimlerin ve verdikleri sonuçların
konumu şimdikinden büsbütün farklı bir saha teşkil ederdi. Tekrar belirtelim ki
, günümüzde yeni tecrübi bilimlerin ateşli taraftarları, “hayatın” sadece kendi
bilim dallarıyla ilişkili olan durumlarını değil, bir bütün olarak “hayat
muamması” denen şeyi izah edebileceklerini iddia ediyorlar.
Astronomi, mekanik,
fizik, kimya ve diğer bilim dallarının hepsi kendi alanlarındaki yaşamsal
olayları inceliyor ve araştırıyorlarsa da, bu incelemelerin hiçbirisinde bu
kesin sonuç elde edilememektedir. İlimler henüz pozitif olmayan başlangıç
dönemlerinde iken, bunların bazı dalları hayatın bütün olağanüstü hallerini
kuşatma azmiyle pek çok zamanlar faaliyet göstermiş ve sonuçta birtakım yeni
kavram ve kelimelerin ihdasından başka bir şey çıkmamıştır. Çağımızın gelişmiş
tecrübi bilimleri, geçmişte olduğu gibi, hayatın bir veya birkaç yönünü
inceleyerek onun bütün hallerini izah ve tesbit edebileceğini ısrarla ileri
sürüyor. Bilimlerin yerini yanlış değerlendiren bu kişiler, gözlem ve tecrübe
ile görülebilen hayat olaylarının, esas hayatın bir kısmını teşkil ettiğini ve
pratik tecrübe ile hayatın bütün hallerini incelemenin mümkün olmadığını bilmek
istemiyorlar. Bunlara kalırsa, psikoloji dendi mi, artık her şey, hatta hayatın
en muğlak meseleleri dahi çözümlenmiş ve izah edilmiştir. Bunların hayatın bir
veya birkaç yönünü incelemenin hayatın bütün sırlarını çözeceği şeklindeki
iddiaları, bir cismin yalnızca bir yönüne dikkatle bakılırsa, o cismin diğer
yönlerinin görülebileceği iddiası kadar boştur.
Ancak fikri taassup
ile savunulabilen bu türden fikirler, taassuba dayanan bütün başka şeyler gibi,
insanlığı daima yalancı ve hatalarla dolu yollara sürüklemekle kendi felaket
girdaplarını hazırlamaktadır. Bilim alanındaki bu safdiller insanları dikenli
bir çöle sürüklemekle insanların en değerli hayat sermayeleri olan hislerini
boşu boşuna öldürmekte ve geleceğin sahipleri olan yeni nesli, zahiren
insaniyete hizmet gibi görünen, fakat aslında Kifi Mevkiyeviç’in fillerinden
farksız olan pek beyhude ve faydasız bir faaliyet sahasına sürüklemekle
geleceğin mutluluk ümidini de mahvetmektedir.
Birkaç hayat olayını incelemekle hayatın bütün sırlarını açıklayabileceklerini
iddia edecek kadar cesaret gösteren bu cüretkarlar bilmelidir ki, kürenin
sayıca sınırsız yarıçapları kadar çok sayıda yönü bulunan bir şeye aynı anda
her yönden nasıl gidilemezse, bir şeyin aynı zmaanda her yönden
değerlendirilmesi de aynı şekilde mümkün değildir. Bu sebepten ötürü, muhtefil
yönlerden en önemli ve gerekli olanlarını ayırdedip onları öncelikle tercih
etmek gerekir. Farklı farklı yönlerin bu şekilde sıralanması, asliamaç
açısından zaruridir ve en önemli olan yön, tercih ve sıralama şeklindedir.
Sıralamayı güzel yapabilmek için, hayatın hakiki anlamını bilmek gereklidir.
Bilimlerin takdir
edilip değerlendirilebilmesi için, hayatın hakiki anlamının bilinmesi gerekir.
Her bilim dalının değeri, onun hayatla münasabeti ile orantılıdır. Hayat
merkezi anlamıyla bilinmezse, bilimlere dayandırılan nisbi değer koca bir
hatadan ibaret kalır. Bilim, hayatı izah eden bir şey değildir ; bilakis onlara
kuvvet açıklık ve netlik kazandıran, hayatın açıklığı ve netliğidir.
Dolayısıyla, bir şeye “bilim” adını verebilmek için önce ne gibi şeylerin “bilim”
terimi altına girebileceğini ve hangilerinin giremeyeceğini belirlemek gerekir.
Ki bu da hayatın hakiki anlamını bilmeye bağlıdır.
Fikrimizi açıkça söyleyelim:
Bu gibi fikir ekollerinin kaidelerini hepimiz biliriz. Onların iddiasına
bakılırsa, kainatın esası olarak, madde ve kuvvet mevcuttur. Mekanik kuvvet “moleküllere”
dönüşerek ısı, ışık, elektrik ve sinirsel veya zihinsel faaliyetler şeklinde
tezahür ediyor ve hayata ilişkin bütün olaylar, istisnasız, bu kuvvetin çeşitli
şekillerdeki tezahürleri olarak kabul ediliyor. Her şey okadar açık ve aşikar
ki, eğer hayat hakikaten bu kadar sade ve sıradan ise, iki elimizin arasına
alıp biraz düşünmemiş gerekir.
Ben çekinmeden şunu
iddia ediyorum: Tecrübi bilimin ileri gelenlerinin bütün çaba ve gayretleri,
bir defa tasavvur ettikleri varsayımı ne pahasına olursa olsun umuma kabul
ettirmek için söz konusu varsayıma takviye ve destek verecek işaret ve
emareleri araştırmaya yöneliyor. Bunların arzuları ve gayeleri araştırılacak
olursa, bütün bu çaba ve gayretlerinin altında, hayatı inceleme ve izah etme
arzusundan ziyade kendi esas akidelerini isbah etmek arzusu görülür. Onların
maksadı, organizmanın kaynağını inorganiklerin teşkil ettiğini, ruhi faaliyetin
de organizmanın bir özelliğinden ibaret olduğunu—her ne şekilde olursa olsun—isbat
edebilmektir.
Çekirdeksiz tek bir
hücre keşfediliyor. Bu keşif inorganiklerden organiklerin meydana geleceğine
bizi ikna için yeterli bir delil teşkil ediyor ve derhal sayısız asırların
bizim için çalıştığına ve her şeyin bizim bildiğimiz biçimde varolmak zorunda
olduğuna kanaat getiriyoruz. Ruhi faaliyetin, organik faaliyetin bir diğer
şekli oluğu hususunda bizi ikna eden delil de bundan fazla bir kuvvet
taşımıyor. Ancak, buna inanmak için kendimizi zorluyoruz, Ve bütün akli
kuvvetlerimizi her ne şekilde olursa olsun bunun isbatına hasrediyoruz.
Hayatı en iyi “animizm”
teorisi mi izah eder ? Yoksa “vitalizm” mi daha doğrudur ? Bunlar gibi hayatın
esasına hiç dokunmayan bir takım meseleler, insanlara önemli “hayat konusu”yla
uğraşmaya vakit bile bırakmıyor. Modern bilim insanlığı öyle bir hale getirdi
ki, insanlar buluş sahasındaki bu hızla birlikte, asıl amacın ne olduğundan
tamamen habersizdir.
Acaba, ben, modern
bilimin akılları hayrete düşüren bunca muazzam sonuçlarını görmemek, bunlara
karşı gözlerimi ilgisizce kapamak mı istiyorum? Hayır. Ben şunu iddia ediyorum.
Meydana gelen bu sonuçlar ne kadar muazzam olursa olsun beşeriyeti dalmış
olduğu yanlış yoldan hiçbir şekilde kurtaramaz.
Diyelim ki, modern
bilimin – buna kendisi de inanmıyor ya – isbatına çalıştığı şeylerin hepsi
doğru ve hakikatin ta kendisi olsun, organiklerin inorganiklerden meydana
geldiği gün gibi aşikar isbat edilmiş olsun. Hakim kuvvetlerin de his, irade,
fikir vs.ye dönüştüğü matematiksel bir kesinlikle tesbit edilsin. Hatta ne gibi
kuvvetlerin etkisiyle ne gibi his ve fikirlerin meydana geleceği de herkesçe biliniyor
olsun… Acaba bunların bilinmesiyle belirli kuvvetler vasıtasıyla bir insan
üzerinde belirli fikirler ve hisler doğurmak mümkün olur mu? Diyelim ki, bu da mümkün olsun, Fakat,
diğertarafta henüz çözülmemiş önemli bir sorun daha var: Sözde belirli
kuvvetlerle bir insan üzerinde belirli fikirler ve hisler doğurmak mümkün
olduğu takdirde kendimizde ve başkalarında ne gibi hisler ve fikirleri
doğurmalı ve hangilerini uzaklaştırmalı ?
Modern bilim adamları
bu sorunun önemini takdir etme zahmetine bile katlanmıyorlar. Bu soru, konuyu
anlamayan herkeste olduğu gibi, onların gözlerinde de önem taşımıyor. Evet, “Hayat
bizim iktidarımızın altındayken onu hangi esaslara dayandırmalı?” sorusu onlara
göre önemsizdir. Onlar bu soruya şöyle cevap verirler.
“Hayat öyle esaslar
üzerine kurulmalı ki, insanlar o sayede bütün istekler ve ihtiyaçlarını
karşılasınlar. Bilim öncelikle bu istek ve ihtiyaçların sınırlarını belirlemek,
sonra da ihtiyaçların karşılanmasını kolaylaştırmak için çalışıyor.”
Eğer onlara, “İstek
ve ihtiyaç ne demektir?” diye sorulsa, şöyle cevap veriyorlar: “Bilimin asıl
görevi bunu belirlemektir. Bilim tabiata, estetiğe ve hatta ahlaka dayanarak
çalışıyor ve sonunda bunlar için bir sınır çizmeyi başaracaktır. “
Burada kendilerine
bir soru daha yöneltilir. Bu sınırı çizme hususunda neler rehber ve ölçü
alınmalıdır? Ve bu sınır nasıl belirlenmelidir ?
Onlar buna da şöyle
cevap veriyorlar: İhtiyaçları ve arzuları inceleyerek ve tetkik ederek. Herkes
bilir ki, bir şeyin ihtiyaçları, o şeyin var olmak için ihtiyaç duyduğu gerekli
şartlar demektir. Bu ise sınırsız sayıda olduğundan ihtiyaçların incelenmesi ve
araştırılması da mümkün değildir. Arzulara gelince, bunlar da her insanın
zihninde varolup, ancak o insan tarafından hissedilebilen ve idrak edilebilen enfüsi
(içsel) hallerden ibaret olduğu için, bunlar da harici bir varlığın inceleme ve
araştırması altına giremez.
Kendilerini hatasız
zanneden bu güruhun böyle önemli konuların çözümüne çalışması, Hz. İsa’ya düşen
mukaddes bir göreve layık olmadıkları halde müdahele etmek değil de nedir ?
Bilimlerin bir şeyi
çözebilmesi ve izah edebilmesi için, önce onların esas akidesi olan “dogma”larını
hiçbir kontrole tabi tutmadan olduğu gibi kabul etmek lazımdır. Bu, tıpkı
Yahudilerin Hz. İsa’ya olan inkadlarına benzer. Şu farkla ki, Hz İsa’ nın
peygamber olarak gönderildiğini kabul eden bir Yahudi için kendi ihtiyar ve
iradesiyle yaptığı bu işin daha yüce olduğuna inanmak mümkün olduğu halde,
ihtiyaçları ve arzuları dıştan incelemekle önemli hayat olaylarını izah
edebileceğine modern bilimin inanabilmesi aklen imkansızdır.
‘’Güneşin değeri, ancak kendinde hayatın filizlenmeye başladığı tohum tarafından görülebilir.’’
YanıtlaSilTolstoy – Hayat Üzerine Düşünceler: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/tolstoy-hayat-uzerine-dusunceler-kitap-yorumu/